İlk Avrupa seyahatimi 1994’te 25 yıl önce Hollanda’ya
yapmıştım.
Hollanda’da bulunan dostlarım bana Avrupa’yı kendi bakış
açılarıyla o kadar anlattılar ki; demokrasisinden, yollarından,
gelişmişliğinden, hatta bizim ülkenin geri kalmışlığından vs…
Artık ülkeme dönme vakti gelmişti. Son günümde dostlarla
birlikte bir mekânda yemek yiyip ayrılacaktım.
Dostlarımız ilk günkü gibi Avrupa şöyle Avrupa böyle hep
olumlu ve maddi yönünü anlatmaya başladılar Hollanda vatandaşı olduğu her
halinden belli üç kişilik bir aile gelip karşı masaya oturdular. (Baba Anne
Evlat) Yemeklerini yediler. Ücretini ise herkes ayrı ayrı ödedi.
Hollanda’da ki dostlarımıza soracaktım ki onlardan birisi;
hocam bunlar işte böyle; herkes kendi parasını öder. Çocuk’da 18 yaşını
doldurduğu için kendi ödedi… Bizim dostlar bunu da hoş karşılayıp,
gelişmişliğin gereği olarak gördüler.
Ben ise dostlarımın bakış açılarına tahammül edemedim. Tepki
olarak da; İslam’ın bize bahşettiği, insan olmanın özelliğini ve güzelliğini,
Hollanda da gördüğüm olumlu olumsuzlukları, Avrupalıların değer erozyonuna
uğradığını, çocuk sevgisine yaş sınırı getirdikleri için; kedi ve köpek başta
olmak üzere, sevgiyi muhabbeti hayvanlarda aradıklarını izah edip; ”Dostlarım
Avrupa madden ilerlemiş ancak, manen çökmüş ve yalnızlaşmış “ dedim.
Gönül dostlarım, Avrupa’yı orada bırakıp biz kendimize
dönelim. İnsan yalnızlaşıyor. Anne-baba, baba-oğul, anne-kız birbiriyle
konuşamıyor. Herkes kendi dünyasını kurmuş gidiyor. 100 metre karenin içinde
dört insanın dört ayrı dünyası oluşmuş. Herkes birbirinin durumundan yakınır
hale gelmiş. Yalnızlaşan insanlık ve kaybolan değerlerimiz.
İnsan sosyal bir varlıktır. Yalnız yaşaması mümkün değildir.
Bazı sosyolojik araştırmalarda tek başına yaşayan insanlarda takıntı
davranışları oluştuğu ifade edilmektedir.
Yalnız yaşamış ve sonra bulunmuş olan çocukların insani özelliklerini
kaybetmiş oldukları görülmüştür. Bunların normal yürüyemedikleri ve bir insan
gibi konuşamadıkları belirlenmiştir.
Gözlemlere dayanarak yapılan araştırmalarda çekirdek ailede ilk
çocukların geç yürüyüp konuştukları bilinen bir vakıadır.
21. yüzyılda yaşıyoruz. Sanayi devrimi, teknoloji dönemi
derken içinde bulunduğumuz asır bilgi çağı olarak ifade edilmektedir. Artık
eskisi gibi biriyle haberleşmek istediğimizde postaneye, eve, bir telefon
kabinine gitmiyoruz. Kablosu fişe bağlı telefon kullanmıyoruz. Artık faxın bile
pabucu dama atıldı. Bir yerden diğerine gitmeye gerek kalmadan işlerimizi
oturduğumuz yerden halledebiliyoruz. Birbirimizle kilometrelerce uzaktan
kıtalar ötesinden konuşabiliyor hatta görebiliyoruz. Arabalarımızda dijital
haritalarımız var. Adres sormaya da gerek kalmadı. Adresi üzerine yazdığımızda
bizi istediğimiz yere götürüyor. Bilmediğimiz bir yere gittiğimizde
tanımadığımız insanlarla adres vesilesiyle konuşmak zorunda kalıyorduk. Artık
buna da gerek kalmadı. Sekreter şuradan dön dediğinde, söylediğini yapmayınca
sürekli tekrar söylüyor. Sekretere kızıyoruz. Karşıdan tepki gelmeyeceğini
bildiğimizden sanal sekreter vasıtasıyla kızma egomuzu da tatmin ederek
rahatlıyoruz.
Güneş enerjisi hayatımıza girdi. Bio enerji giderek yaygınlaşıyor. Eskiden soba yakardık. Kömür satın almak için haftalar önce tasarruflar buna göre yapılırdı. Sobaların boruları temizlenir, daha kaliteli daha çok ısıtan döküm sobalar alınırdı. Şimdi buna da gerek kalmadı. Artık ısınmak bir düğmenin ucunda. Basıyorsunuz düğmeye ısınıyorsunuz. Sen sadece paradan haber ver. O olduğu zaman her şey kolay gibi gözüküyor.
Aslında her şey insan hayatını kolaylaştırmak için
yapılıyor. Kapitalizmin mengenesinde tüketim ekonomisinin kıskacında bin bir
güçlükle kazanılanlar çeşitli hokus pokuslarla yine ihtiyaç mıdır değil midir
anlaşılamadan yitirilip gidiyor. Düne, on yıl önceye veya yüz yıl önceye göre
daha çok rahatız gibi görünüyor. Modern toplumda meydana gelen bu gelişmelere
rağmen insan yalnızlaşıyor.
Mutsuz hayatlar feryat ediyor. Kiminle konuşursanız ‘’içimde
tarif edemediğim bir boşluk var’’ diyor. Eskiden bir köyde bir şehrin
mahallesinde evler birbirine uzak olmasına rağmen herkes birbirini bilir ve
tanırdı. Hasta olan biri hemen duyulur, cenazelerde üzüntüler paylaşılır hatta
cenaze evine yemek bile yaptırılmazdı. Şimdilerde gökdelenlerimiz, ceplerimizde
telefonlarımız, çantalarımızda bilgisayar(!)larımız var fakat gökdelende oturan
üç yüz aileden kaç tanesi birbirini ne kadar tanıyor meçhul. Hatta evinde ölü
bulundu on gün sonra belli oldu. Haberlerini artık daha sık duymaya başladık.
İnsan yalnızlaşıyor. Anne-baba, baba-oğul, anne-kız
birbiriyle konuşamıyor. Çünkü dört kişilik bir evde dört akıllı telefon var.
Hatta üç tane de tv bulundurmak mecburiyetindeyiz. Şayet tek tv olursa ona karı
koca biz hâkim olup haber dinlemeliyiz. Kızımızın oğlumuzun ise filimler var,
ayrı ayrı. Al sana üç tv. Evde bile yan yana gelemeyen aile portremiz. Herkes kendi dünyasını kurmuş gidiyor. 120 metre karenin içinde dört insanın dört ayrı
dünyası oluşmuş. Herkes birbirinin durumundan yakınır hale gelmiş. Değerler
yozlaştırıldığı için bu manzara oluşmuş. Bizi biz yapan manevi değerler canlı
tutulursa bu problemler sıcağı gören buzun eriyip gittiği gibi yok olup
gidecektir.
Daha fazla yalnızlaşmadan, bizi biz yapan değerlerin tamamını
kaybetmeden sahip çıkalım…
saygı sevgi selam…