Beykoz…
Gündemi her daim
aktif olan, İstanbul’un nadir ilçelerinden.
Her ne kadar
kalabalık ilçe olsak da bir o kadar da kapalı kutuyuz. Maalesef ki, dedikodu
kazanlarımız hep kaynıyor. Bu coğrafyada laf ebeliği yapmayı sevenler, her daim
kendisine rol buluyor.
Gündemi kendi
dünyalarında eğip bükerek, her mevsim “online” olan bu dalga, artık huzursuzluk
yaratıyor. Beslendikleri kaynaklar sürekli değişiklik gösterirken, içten içe
kaybeden hep Beykoz oluyor. Zaten ikinci perde başlarken, herkes amacın ileri
gitmek değil, hatta yerinde saymak bile değil, hep geriye düşmek olduğunu
anlıyor.
Makamlar,
mevkiler, koltuktakiler her daim değişir. Hatta koltuktakiler öyle emindirler
ki koltuğun sahibi olduklarından ama Millet der ki; süren doldu, şimdi koltuğu
senden alıp diğerine veriyoruz. Karşılığında tek yapabileceğiniz, kutunuza
eşyalarınızı koyup gitmek olur.
Demek istediğim,
kişiler hep değişir ama yaşanan benzer sahneler ve Beykoz hep yerinde kalır.
Hal böyle olunca, kalkınma adına hareket edileceği yerde, neden aşağı çekme
politikası uygulanır hiç anlamam. Anlamam çünkü paydamız ortak, paydamız
Beykoz; hepimiz taşlamak yerine, taşın altına elimizi koymayı göze almalıyız.
Alamıyorsak, bu riski alanlara saygı duyup destek olmalıyız.
Oturduğu yerden
kazanı kaynatan, kazanın kaynaması için altına odun atan, sonrada yarattığı
dipsiz, anlamsız, kimsenin kazanmadığı ama her zaman Beykoz’un kaybettiği o
sahneyi gülümseyerek izleyenler bu satırlarım size; fark edilmediğinizi
sanmayın! Hamleleriniz öyle belirgin kötülük kokuyor ki, hangi ortama girseniz
hemen fark edilirsiniz.
Uzun lafın
kısası, söz meclisin taa içinde olunca; aklıma Cahit Zarifoğlu’nun şu sözleri
gelir. Usta der ki, bir duruşu olmalı insanın; bir bakışı, bir anlayışı, bir
aşkı, bir davası olmalı…
Sorarım size,
sizin Beykoz’la derdiniz, davanız nedir?